KUR’AN-I KERİM
Kur’ân, peygamberlerin sonuncusu ve Allah’ın Resulü, Abdullah’ın oğlu Hazret-i Muhammed’e Allah tarafından vahiy yoluyla indirilen nazım ve manasıyla bize kadar tevatür yoluyla naklolunan ve semavi kitapların sonuncusu olan İlâhi kitabın ismidir.
Kur’an’ın konusunun tafsilâtına başlamadan önce vahyin manası ve vahyin Hazret-i Muhammed’e nasıl geldiğini görmemiz daha uygun olur.
Vahyin Sözlük ve şer’i Manâsı Nedir?
Vahyin sözlük manası, “işaret, kitabet, risâlet, ilham, gizli ses, teşhir” gibi anlamlar taşır.
Şer’i manâsı ise Allah’ın nebi ve resûllerine vahyi, dinen bilinmesi istenilen şeyleri onlara ilka etmesidir. Muhammed Abduh vahyi şöyle tanımlar: “Vahiy kişinin nefsinde vasıtalı veya vasıtasız Allah tarafından olduğunu yakinen bildiği bir irfandır.” Yani ya vahyin sesini duyar veya ses halinde olmaksızın bilgi gelir. Vahiy ile ilham arasındaki fark şudur: İlham içten gelen hisleri nefsin duyması fakat nereden geldiğini anlamaksızın istenilen şeye tâbi olmasıdır. O da açlık, susuzluk, sevinç ve keder hislerine benzer. Bu tarif Kur’ân-ı Kerim’de var olan vahyin üç çeşidini içine alır:
“Ya bir vahiy ile ya bir perde arkasından yahut bir elçi gönderip de kendi izni ile dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça Allah’ın hiçbir beşere kelâm söylemesi olmamıştır. Şüphesiz ki O, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir.”
Birincisi; manânın kalbe konulması,
İkincisi; Perde arkasından kelâm ise, Allah’ın Musa’yla(a.s.) konuştuğu gibi Cenâb-ı Hakk’ı görmeksizin peygamberin İlahi kelâmı işitmesi,
Üçüncüsü; Allah tarafından gönderilen vahiy meleğinin vahyi Allah’ın re sûlüne ilkası şeklindedir. O, meleği bazen bir adam suretinde veya bu suretin gayrısında görür. Onun dediklerini işiterek kalbiyle onları kavrar.
Sünnette (Hadiste) Vahiy Ne Demektir?
Hazret-i Peygamber’e gelen vahyin mertebelerini hadis kitapları tafsilen beyan eder:
1- Sadık Rüya: Sahih-i Buhåri’de Hazret-i Peygamber’in ailesi Hz. Aişe (r. a) şöyle demiştir: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın ilk vahiy başlangıcı uykuda salih (sadık) rüyalar görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi açık ve aşikâr meydana gelmesin.”
2- Hazret-i Peygamber’e görünmeksizin meleğin onun nefsine ilka (bir şeyi nefse süratle ve gizlice koyması) etmesidir. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Ruhu’l Kudüs Cibril (a.s.) kalbime şu sözü nefhetti: Hiçbir nefis bütün rızkını tamam olarak almadıkça ölmez. Öyle ise Allah’tan sakınınız da rızkınızı güzel, meşrů, mürüvvete lâyık yollardan arayınız. Bir rızkın gecikmesi, onu Allah’a mâsiyetle elde etmeye kalkışmaya sizi asla sevk etmesin. Zira Allah nezdinde olanlar ancak taatla elde edilir.”
3- Hazret-i Peygamber’e çıngırak sesi gibi gelirdi.
4- Melek bir insan şekline girerdi. Sahih-i Buhâri’de Haris b. Hişam (r.a.), Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’dan şöyle rivayet etmiştir: “Ya Resûlallah, sana vahiy nasıl gelir?” diye sordum. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu yurdu ki: Bazen bana çıngırak sesi gibi gelir ki bana en ağır geleni de budur. Ben den o hal geçer geçmez (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazen melek bana bir insan olarak temessül eder, benimle konuşur, ben de söylediğini iyice bellerim.”
5- Cebrail (a.s.) yaratılmış olduğu asıl şekli ile görünür ve Hazret-i Peygamber’e Allah’ın dilediği şeyi vahyeder.
6- Miraç Gecesi’nde semavâtın fevkinde iken beş vakit namazın farziyeti hakkında kendilerine melek olmaksızın Allah’ın vahyetmesidir.
7- Melek olmaksızın perde arkasından Allah’ın peygambere konuşmasıdır. Mirag’ta Hazret-i Peygamber’le ve Tur Dağı’nda nebisi Musa (a.s.) ile söyleştiği gibi.
Vahiyden Bir Şüphenin Giderilmesi
Vahyin keyfiyeti hakkında rivayet olunanlar bunlardır. Lakin Hazret-i Mu hammed hakkında vaki olan vahiy, zihinde meydana gelen bir şekil midir yoksa hariçte var olan bir hakikat mıdır? Asabi hastalıkların özellikle histeri hastalığı- çeşit ve nevilerini bilen mütehassislarca malumdur ki hastaya hakikati olma yan bazı hayaller görünür. Bazı Garp yazarları Hazret-i Muhammed’e bu iftirayı atmak cüretini göstermişler ve ona inen vahyi, bir nevi histeri olarak vasıflan dırmak istemişlerdir. Onların bu yoldaki ekseri bilgileri Hazret-i Muhammed’e gelen vahyin hakikatini bilmemeleri ve yahut kör bir taassubun düşmanlığıdır. Çeşitli yönleri ile açıklayacağımız gibi, bu iftira hiçbir ilmi esasa dayanmamakta ve hiçbir gerçeğe uymamaktadır.
1- Şüphesiz histeri hali, bağırıp çağırma, ağlama, titreme, çırpınma gibi bazı ağır hallerle beraber meydana gelir. Halbuki böyle bir hal vahyin en şiddetle an larında bile Hazret-i Muhammed’e aslå vâki olmamıştır.
2- Histerili kimsede görülen bu haller, söylenmeler ancak nöbet anında mey dana gelir. Hatta ayıldığı zaman söylediklerini kendisi hatırlayamaz. Hazret-i Muhammed’in hali ise tam bunun aksidir. Vahiy anında o tamam oluncaya ka dar bir şey söylemez. Vahiyden sonra kendisine bildirilenleri tekrar eder ve onun yazılmasını emrederdi.
3- Histeri hastalığının meydana gelmesi hastanın yorgun asabına göre, bir takım vehmi tasavvurlardan doğar. Meselâ hasta kendisine saldıran veya öldür mek isteyen, alay ve hakaret eden kötü bir ruhun görünüşünü tahayyül eder. İs terili bir kimseden fazilet dağıtan, hidayet getiren konulara dair bir şey meydana geldiği asla görülmemiştir.
Kur’ân’ın İnmeye Başlaması Nasıl Olmuştur?
Kur’an Mekke’de inmeye başladı. Allah’ın Resulü Hira Mağarası’nda yalnız başına ibadet ederken nazil olan ilk ayetler şunlardır:
“Yaratan Rabb’inin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kalemle yazı yazmayı öğretendir. insana bilmediğini O öğretti.”
Sonra Kur’an-ı Kerim meydana gelen olayların lüzumuna göre, inmeye de vam etmiş ve yirmi üç seneye yakın bir zamanda tamamlanmıştır.
Kur’ân’da Kaç Sûre Vardır?
Kur’an-ı Kerim birçok süreyi içine alır. Süre, Kur’àn’dan müstakil bir bölümdür ki üç veya daha fazla ayete sumúlü vardır. Kur’an-ı Kerim’de 114 sûre olup bunların kendilerine özel isimleri vardır. Bazısının iki ve daha fazla ismi bulunur. Mesela Fatiha sûresine “Ümmü’l Kur’an, Seb’al Mesâni” de denir. Ba zen sûrelerin isimleri başlarındaki kelimelerden, bazıları da ona özel olan şey den, bazısı da içinde geçen hüküm ve kıssalardan dolayı isim alır.
Kur’ân sûreleri iki kısma ayrılır: Hicretten önce názil olanlara Mekki, hicret ten sonra nazil olanlara da Medeni denir.
Kur’ân’da Kaç Ayet Vardır?
Ayetleri 6666 sayarlar. Bazılarınca daha azdır. Çünkü mukattaatı bir ayet sa yıp saymama ihtilaflıdır. Birkaç ayeti bir sayanlar da vardır. Duraklar ihtilaflı dır. İbn-i Abbas’tan rivayete göre 6616’dır. Daha çok kabul olunan 6236 ayettir. 113 besmele de birer ayet sayılır. Ayetleri şöyle taksim ederler:
1000 Emre dair
1000 Nehye dair
1000 Vaad
1000 Vaid
1000 Haberler ve kıssalar
1000 Mesel ve ibretler
500 Ahkam, helal ve harama dair
100 Teşbih ve dua
66 Nasih ve mensuh
6666 Yekun-23
“Bilmek istersen eğer aded-i âyâtı
Cümlesi altı bin ve altı yüz altmış altı
Bindir vaad beyanında anın, bini vaid
Bindir emr-i ibadet bini nehy u tehdit Beş yüz âyâtı helål ile harama muhtas
Bini emsal u iberdir, bini ahbar u kısas
Buldu yüz ayeti tesbih u duâda çü rusuh, Altmış altısı dahi ayet-i nâsıh ü mensuh.”
Vahiy Katipleri Kimlerdir?
Allah’ın Resûlü, Kur’ân-ı Kerim’den kendisine inen ayetleri yazdırmak için kâtipler seçmiştir. Meşhur olanları şunlardır:
Dört halife (Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali), Zeyd b. Sabit, Ubey b. Kâb, Muaviye b. Ebu Süfyan ve kardeşi Yezid, Muğire b. Şube, Zübeyr b. Avvâm, Halid b. Velid’dir.
Bunlar o gün malzeme olarak kullanılan hurma dalları, ince ve yassı taşlar, koyun ve devenin kaburga ve kürek kemikleri vb. yazı yazmaya elverişli şeyler üzerine yazarlardı. Hazret-i Peygamber onlara, nazil olan ayetleri hangi sûrenin neresine yazacaklarını gösterirdi.
Peygamber asrında sahabeden Abdullah b. Mesud, Ebû Huzeyfe’nin kölesi Salim b. Magal, Muaz b. Cebel, Übey b. Kâb, Zeyd b. Sabit gibi Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen hafızlar da vardı.
Kur’ân-Kerim’in Toplanması
Hazret-i Peygamber yaşadığı müddetçe ilâhi vahyi almaya devam ettiğinden onun hayatında Kur’an-ı Kerim Mushaf halinde biraraya toplanmamıştı. Resûl-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz âhirete teşrif ettiği zaman Kur’an 1 Kerim hafızalarda ve yazıldığı şeyler üzerinde mahfuz bulunuyordu. Halifelik makamını elde bulunduran Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.)’in hilâfeti zamanında irtidad (dinden dönme) hareketlerini bastırmak için birçok gaza meydana geldi. Bunlarda -özellikle Yemame Muharebesi’nde- Kur’ân hafızlarından birçoğu şehit oldu. Bu nun üzerine Hz. Ömer, hafızların azalacağı korkusuyla Kur’an’ın bir Mushaf ha linde toplanmasını Halife Hazret-i Ebú Bekir’e (r.a.) teklif etti. Hz. Ebû Bekir önce tereddüt etti. Zira bu, Hazret-i Peygamber’in devrinde yapılmayan bir işti. Sonra bu işte fayda olduğunu görerek Hz. Ömer’in görüşüne katıldı. Allah’ın Resûlü’nün meclisinde sahabenin en elzemi olan ve Peygamber’e vahiy kâtipliği yapan Kur’ân hafızlarından Zeyd b. Sâbit’i çağırarak Kur’ân’ı bir Mushaf halinde yazmasını ona emretti. Zeyd b. Sâbit bütün sahifeleri topladı ve bunları bir kitap halinde yazdı. Bu Mushaf- Şerif’i Hz. Ebû Bekir vefatına kadar yanında saklamıştı. Ölüm hasta lığında Hz. Ömer’e verdi. Onun şehadetinden sonra mukaddes Mushaf, müminle rin annesi Hz. Hafsa’nın yanında mahfuz bulunmuştu.
Müslümanlar çoğalıp İslam memleketi genişleyip gerek ashab-ı kiramdan ve gerekse tabiinden birçok mücahit etrafa dağılınca lehçelerinin gereği Kur’ânın bazı kelimelerinin okunmasında bir ihtilaf başgösterdi. Meselâ: “Tabût” kelimesine bazısı (t) ile bazısı da (h) ile okudu. Bu hal müminlerin emiri olan Hz. Osman’a haber verildi. O da Hz. Ömer’in kızı Hafsa’nın yanındaki orijinal Mus hafi alarak hıfz, zabt ve Kur’ân’ı toplamakla meşhur Kureyşli altı kişiden oluşan bir heyet kurarak onlara, Ramazan ayında peygamberimizle Cebrail arasında Kur’ân-ı Kerim müzakeresinin cereyan ettiği âdet üzere ve son yılında Resûlül lah’ın Cebrâil’e Kur’ân-ı Kerim’i arz ettiği son şekliyle yazmalarını emretti. Bu nunla beraber Zeyd b. Sabit vahyin nuzûlü (inmesi) zamanında Resulullah’ın ağ- zından duyduklarına dair iki şahit dinlemedikçe hiçbir kimsenin getirdiği ayet veya süreyi mushafa yazmamıştır. Kureyşli katipler dört nüsha diğer bir rivayete göre altı nüsha yazmışlardır. Müminlerin emiri Hz. Osman b. Affan bu nüshala ri Islam In belli başlı merkezlerine (Mekke, Kûfe, Şam) esas olmak üzere gönder miştir. Müracaat için bir nüsha da Medine’de bıraktı. Beşinci nüshanın Yemen’e, altıncı nüshanın Bahreyn’e gönderildiği rivayet edilir. Halife Hz. Osman kendisi için bizzat bir nüsha yazarak okumaya tahsis etmiştir.Sonra bu altı nüshadan başka ne kadar yazılmış Kur’ân sahifesi varsa hepsinin yakılmasını emretmiştir.
Bu mushaflar halka müracaat için esas olarak kabul edildi. Mushaflarını onlara göre yazdılar ve tashih ettiler.
Kur’ân’ın Bozulmaktan Korunması
Bu ålemde hiçbir millet semavi ve beşeri bir kitaba İslam milletlerinin gös terdikleri ilgiyi göstermiş değildir. İlâhi ve beşeri sözlerden hiçbiri Kur’ân-ı Ke rim’in ayetleri kadar korunmaya, riayet ve ehemmiyete erişmemiştir.
Kur’ân-Kerim’in ayetleri indikçe Hazret-i Peygamber onları ezberler, ora da bulunan sahabe-i kirama okurdu. Sonra onu on kurrâya yazmasını emrettiği gibi, yazılanlardan da bir nüshasını hane-i saâdetlerinde saklarlardı.
Kur’an-ı Kerim diğer geçmiş mukaddes kitaplar gibi muayyen bir grubun elinde inhisar altına alınmış değildir ki kasıtlı veya kasıtsız onda bozulma ihti mali zihne gelebilsin. O bütün Müslümanların arasında elden ele dolaşmış, na mazlarda okunması ile ibadet edilmiştir. Müslümanlar onunla hüküm etmeleri emrolunan ve dini-sosyal muamelelerinde Kur’an’ı düstur edinirken Müslüman ların haberi olmadan onda bozulma nasıl mümkün olur?
Şüphesiz Kur’an-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanında toplanmadan önce, onun yazılı olduğu parçalar, Hazret-i Peygamber’in ve birçok sahabenin yanın da mevcuttu. Bunlar da onu evlerinde okurlardı. Vaktaki Hz. Osman (r.a.) bir çok vahiy katibi ve hafız hayatta iken son olarak onu toplattı. Bununla beraber Kur’ân-ı Kerim’de tahrif bulunması nasıl düşünülebilir? Cenab-ı Hak Kur’an’ı vasfederken kendiliğinden ne güzel buyurmuştur:
“Kur’ân’i biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da şüphesiz ki biziz.”
Kur’an’ın Nüzulü ve Bunun Hikmeti
Kur’an-ı Kerim takriben 23 sene zarfında peyderpey nazil olmuştur. Kur’an’ın inmesine sebep olan olaya göre, bazen bir ayet, bazen ise on ayete kadar inerdi. Kur’an’ın bu şekilde inmesi Arapları daha alıştırıcı ve isındırıcı, ayetleri kabule daha teşvik edici, onlara delil getirmekte daha beliğ ve aynı zamanda Kur’ân’ın icazını daha belirtici idi. Şayet Kur’an-ı Kerim birkaç ayet halinde ayrı ayrı inme seydi, en kısa süre ile meydan okumaktaki deliller hasmını susturamazdı. Gerçek ten Kur’ân-ı Kerim en kuvvetli ediplere, şairlere kendisine nazire getirmelerini, bir sûre veya ayetinin mislini söylemelerini teklif ederek meydan okuyordu.
Eğer Kur’an-ı Kerim toptan nazil olsaydı, onların onun muarazasından acz içerisinde kalmalarından dolayı ileri sürecek bazı mazaretleri olurdu. Fakat bir vakitte bir veya birkaç ayet iner sonra diğer vakte kadar fasıla verilince onun mislini getirmeye kendilerini hazırlamak için bir vakit verilmiş olurdu. Fakat verilen yeter derecedeki bu firsata rağmen onlar yine aciz kalıyorlardı. Bu da Kur’ân’ın icazının en büyük delilidir. Özellikle Mekke’den Hazret-i Peygamber’in hicretine kadar vahyin başlangıcında nazil olan ayetler şüphe yok ki mua razaya imkan verecek mahiyette kısa sürelerdir.
Kur’ân’ın müteferrikan inmesinde başka bir hikmet daha vardır ki o da Arapları tedricen yeni dine isındırmak ve olaylara göre inen emir ve nehiylere onları yöneltmektir. Hastalığın meydana gelmesi anında devasını bulmak hik mettendir.- Böylece onlar eski ahlâk ve ådetlerinden kolayca vazgeçmiş olurlar. Araplar İslam’dan önce mutlak bir ibaha (her şeyi mübah saymak) havası içinde lerdi. Eğer Kur’an-ı Kerim bir defada nazil olsaydı bunlara teklifler ağır gelir, onların kalpleri Kur’an’ın içinde bulunan emir ve nehiylerini kabulden çekinirdi.
Kur’ân-ı Kerim’in ayrı ayrı indirilmesinin diğer bir faydası da Peygamber (sallalláhü aleyhi ve sellem)’in inen Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyip anlayabilmesini kolaylaştırmak ve muarızlarının şiddetlerine karşı kalbinde onu Allah’ın sabit kılmasıdır: Cenâb-ı Hak buyurur ki:
“O küfredenler şöyle dediler: O’na Kur’ân bir hamlede toplu bir halde indiril meli değil miydi? Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık. Onu çok güzel bir nizam ile ayet ayet ayırdık.”
Hazret-i Peygamber ümmi idi, okuyup yazması yoktu. Hâlbuki diğer peygamberlere okurlar, yazarlardı ve kendilerine bir defada inen kitapları zaptetme imkánına sahiptiler.
Kur’ân-ı Kerim Hazret-i Muhammed (Sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mucizesidir
Allah’ın hikmeti gereği Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in mucizesi, Arapların üstün ve mahir olmakta şöhret buldukları şeyler cinsinden olmuştur. Zira bütün peygamberlerin mucizeleri ümmetlerinin aralarında mahir oldukları şeyler cinsindendir.
Bunun için Firavun’un kavmi matematik, tabiat ilimlerinin ehli ve sihir, sanatta ileri bulunduğundan Cenâb-ı Hak, Resulü Musa’ ya (a.s.) da mucizeler verdi. Musa Aleyhisselam’ın mucizesi olarak asası yürüyen bir yılan şekline girip bütün sihirbazların iplerini yutunca, alimler ve sihirbazlar kendi aralarında bunun Musa tarafından değil de Allah tarafından olduğunu anladılar.
İsa’nın (a.s.) kavmi de tıpta şöhret bulmuş oldukları halde ruhu inkar ediyordu. Cenâb-ı Hak, İsa’ya (a.s) ölüleri diriltme, körlerin gözlerini açma, alaca (lebramatöz) hastalığına tutulanları iyi etmek gibi mucizeler verdi.
Doğru söylenecek bir söz varsa o da geçmiş peygamberlerin nübüvvetlerinin doğruluğuna delâlet eden mucizeleri geçici bir olay idi. Peygamberlerin göster miş olduğu mucizeleri ancak kendi asırlarında bulunan kimseler görüyor ve ona inanıyordu. Onlardan sonra gelen nesiller onu görmüyordu. Ancak onlara o mu cizelerin haberleri ulaşıyordu. Böylece gelecek nesillere onun tesiri zayıf oluyordu. Bu mucizeler ise akılları çocukluk devresinde bulunan o zamanın akıllarına uygun düşüyordu. Bundan sonra akıl terakki etti, bilimler çoğaldı. Dinlere şüp heler girdi. Dinlerin salikleri üzerine bu geçmiş mucizelerin etkisi zayıfladı. Bu sebeple iman zayıfladı, ilhat yayıldı. Hal böyle olunca geçmiş mucizelerden din, doğruluğu üzerine delil ve burhanlara ihtiyaç gösterdi.
Insanların çoğu bilmiyordu ki şüphesiz İslam kendisinden önce geçen dinle rin yükselişinden başka bir şekilde ilerledi. Allah tarafından olduğuna ve doğru luğuna delilde yeni bir program koydu. Kur’ân beşeriyet için bütün zamanlarda bekasi, ebediliği ile temeyyüz eden manåsı, üslubu, kanunu ve hidayeti ile beşe riyet için muciz bir kitaptır. Kur’ân-1 Kerîm beşer aklının yükselmesinden sonra inmiştir, öyle ise onun delilleri de bu terakkiye uygundur.
Kur’an-ı Kerim’in Üslubu Nasıldır?
Kur’ân-ı Kerim’in devamlı icazının en açık ve hayranlık uyandırıcı yönü üslubudur. O, dibacesinin güzelliği, beyanının açıklığı ve parlaklığıyla belağatında eşsiz bir tarz arz eder. Onun üslubu Arap dilinin ifade tarzına ve nazım yollarına uymaz.
Dr. Taha Hüseyin der ki: “Şüphesiz Kur’an-ı Kerim şiir olmadığı gibi nesir de değildir. O, Kur’ân’dır. Ona bu isimden başka bir isim vermek mümkün değil dir. Onun şiir olmadığı aşikardır. O, şiir kåideleriyle de kayıtlı değildir. Nesir de değildir. Zira o, başkasında bulunmayan kendisine has birtakım özel kâidelerle mukayyettir. Bu kayıtların bir kısmı ayetlerin sonuna bir kısmı da özel müziki nâmesine bağlıdır.”
Bakıllâni der ki: “Şüphesiz Kur’ân’ın nazmı bütün tasarruf yönleri ile ve mezheplerinin ayrılığı ile Arapların bilinen bütün söz nizamından ve alışılage len sözlerinin tertibinden hariçtir. Onun kendisine özel bir üslubu vardır ki mu tat olan söz üslubundan tasarrufunda ayrılır.”
“Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in kendisine özel üslubu ile tek ve eşsiz oluşudur. Zira o, kesinlikle insan tarafından ortaya konulmamıştır. Eğer bir insan tarafından ortaya konulmuş olsaydı, Arapların üslubuna benzeyen bir tarzda olur veya onlardan sonra bu zamana kadar gelen lerin herhangi bir ifade şekline benzerdi.”Bunu her bilgin ve edip böyle bilir. Kur’ân-Kerim’in Arapların üslubundan başka bir tarzda gelmesi, onun icazına bir delildir. O, ne insan sözüdür ne de Hazret-i Muhammed’in kendi sözüdür. Kur’ân bu üslubu olmasaydı Arapları susturamazdı. Zira onlar kendi tabiatlarinin yapamayacağı bir sözle karşılaştılar. Müseyleme gibi Araplardan bazıları onun bir benzerini getirmek için taklit etmeye yeltenince Kur’ân-ı Kerim’e ve kendi sözlerine benzemeyen birtakım sözler getirip bütün yönleriyle fesahatta hata ettiler.
Kur’an’ın Üslubu Nebevi Hadislerin Üslubundan Ayrı mıdır?
Burada Kur’an-ı Kerim’in İlahi bir vahiy olduğunu gösteren dikkate değer bir taraf vardır ki o da Kur’ân’ın üslubunun Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem)’nin üslubundan ayrı olduğunu görürüz. Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem)’nin sözlerini toplayan hadis kitaplarına müracaat ederek onları Kur’an-ı Kerim’le mu kayese edersek ifade tarzında ve konularında vb. birçok şeylerde apaçık fark görürüz. Nebevi hadislerde Araplar arasında alışılagelen şekil ve sûrette konuşma, anlatma, öğretme ve hitabet tarzı en seçme kelimelerle gayet muciz bir şekilde tecelli eder. Halbuki Arapların sözlerinin üslubu, bir benzeri bilinmeyen Kur’ân 1 Kerim’in üslubundan ayrıdır. Şüphesiz nebevi hadislerin üslubunda beşeri bir şahsiyet hissedilir. Beşeri şahsiyetin zaafina maruzdur ve bu zaafla Allah katında şeref bulur. Halbuki sená ayetlerinde Cebbår, Adil, Hakim ve Rahim bir zatiyeti görünen Kur’an-ı Kerim bundan başkadır. Bu zatiyet rahmetten söz edilen yerlerde bile asla zayıflamaz. Bazılarının iddia ettikleri gibi Kur’an-ı Kerim Hazret-i Muhammed’in kendi sözü olsaydı, onun sözleri ile Kur’an eş olurdu. Zira edebiyatçılar yanında kabul edilen şey şudur ki bir şahsın birbirinden farklı iki türlü üslup sahibi olması imkânsızdır. Arap lugatına azıcık vakıf olan herkesin anlayacağı gibi, Kur’ân’ın üslubu ile hadis arasındaki bu geniş fark, Kur’ân’ın lâhi vahiy olduğunu gösterir.
Okuma Parçası
Kemâl-i Hürmetle Eğilirim
Muhtelif devirlerde beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından gönderildiği iddia olunan bütün münzel ve semavi kitapları tetkik ettimse de hiçbirinde bir hik met ve isabet görmedim. Bu kanunlar, değil bir cemiyeti, bir hane halkının saåde- tini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lakin Müslümanların Kur’an’ bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Müslümanların düşmanları, bu kitabın Muhammed’in sözü olduğunu idda ediyorlarsa da mükemmel ve hatta en mütekâmil bir dimağdan böyle harikanın zuhurunu iddia etmek hakikatlara göz kapayarak kin ve garaza alet olmak manâsını ifade eder ki bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir.
Ben şunu iddia ediyorum ki Muhammed mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.
Sana muasır olmadığımdan müteessirim, ya Muhammed! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap senin değildir. O, lâhutidir. Onun låhuti olduğunu inkâr etmek mevzu ilimlerin batıl olduklarını iddia etmek kadar gülünçtür. Bunun için beşe- riyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra görmeyecek tir. Ben huzur-u mehabetinde kemål-i hürmetle eğilirim.
Prens Bismark
Alman devlet adamlarından
Üstündürler
İslam’ın semavi kitabı Kur’ân’dır. Bu kitap, Hazret-i Muhammed’in peygamberliği müddeti esnasında telakki etmiş olduğu vahiylerin mecmuudur. Kur’ân Müslümanlığın itikada dair esaslarından başka birçok ahlâki telakkileri, günlük hayata dair birçok prensipleri havidir. Bu cihetten Müslümanlar Hıristiyanlara üstündürler, İslamiyet idare sistemi bakımından cumhuriyet esaslarına dayanır. Bu din bütün insanları müsavi tanır ve insanın ruhunu Allah’a pek yakından bağlar.
Islam’ın cumhur-u esaslarından bir kısmı kadınlara aittir. Kur’an’da kadın lar zikrolundukça haklarında ihtirâmkår sözler kullanılır. Validelere muhabbet, zevcelere şefkat ve bağlılık Kur’an’da israrla tavsiye olunur.
Müslümanların yüksek ahlakı gerçekten takdire layıktır. Bu ahlákın nâzımı da İslam dininin emir ve talimatıdır. Allah’a teslimiyeti talim eden Müslümanlı ğın sålikleri doğru, dürüst, insaflı, sözlerinin eri, vadine bağlı, vefalı olmak gibi sıfatlarla muttasıftırlar. Başka bir türlü söyleyecek olursak akıl ve mantık sözümüzü cerheder.
BENZER KONULAR:
Kur’an-ı Kerim
Kur’an, Allah’ın son peygamberi Hazret-i Muhammed’e vahiy yoluyla indirilen ilahi kitabın adıdır. Bu kitap, hem nazım hem de manasıyla bizlere kadar tevatür yoluyla ulaşmıştır.
Vahyin Anlamı
Vahiy, sözlükte “işaret, ilham, gizli ses” gibi anlamlar taşırken, şer’i anlamı, Allah’ın peygamberlerine dini bilgileri iletmesidir. Muhammed Abduh, vahyi kişinin kalbinde Allah tarafından bildirilen bir ilham olarak tanımlar. Vahiy, çeşitli şekillerde gelir:
Kalbe konulan mana,
Perde arkasından kelam,
Vahiy meleğinin iletimi.
Vahyin Mertebeleri
Hazret-i Peygamber’e gelen vahyin çeşitli mertebeleri vardır:
Sadık Rüya: Peygamber’in uyurken gördüğü gerçek rüyalar.
İlka: Meleğin, Peygamberin kalbine bilgi vermesi.
Çıngırak Sesi: Vahyin yoğun anlarında duyulan bir ses.
İnsan Şeklinde Melek: Meleğin insan suretinde görünmesi.
Cebrail’in Görünümü: Cebrail’in asıl şekliyle Peygamber’e vahiy iletmesi.
Miraç’taki Vahiy: Allah’ın doğrudan Peygamber’e hitap etmesi.
Perde Arkası Konuşma: Allah’ın Peygamberle konuşması.
Vahiy ve Histeri
Bazı yazarlar, Hazret-i Muhammed’in vahyini histeri olarak nitelendirmişlerdir. Ancak bu iddiaların geçersiz olduğunu, zira vahiy anında Peygamber’in sakin ve bilinçli olduğunu belirtmek gerekir. Vahiy sırasında yaşadığı deneyimler, histeri hastalığının belirtilerinden oldukça farklıdır.
Kur’an’ın İnişi
Kur’an, Mekke’de inmeye başlamıştır. İlk ayetler Hira Mağarası’nda indirilmiştir:
“Yaratan Rabb’inin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı…”
Kur’an, 23 yıl boyunca farklı olaylar üzerine nazil olmuştur.
Kur’an’da Süre ve Ayet Sayısı
Kur’an-ı Kerim 114 süre ve toplamda yaklaşık 6666 ayet içermektedir. Süreler, hicretten önce inen Mekki ve hicretten sonra inen Medeni olmak üzere iki gruba ayrılır. Ayet sayıları konusunda çeşitli görüşler olmakla birlikte, en çok kabul edilen sayı 6236’dır.