Ahlak
İslam ahlak anlayışının kaynağı Kur’an ve sünnettir. Bu iki kaynak dini ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, pratik kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıh ve hadis âlimleri, kelamcılar, sûfiler, edipler ve filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak anlayışlarının temelini oluşturmuştur (aynca bk. AHLAK). Kur’ân-ı Kerim ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlak konularını da sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlikte ilkeler ve pratik kurallar getirmiştir.
1. Genel İlkeler
İslam öncesi (Câhiliye) dönemi Arap toplumunda iyi ahlakı ifade etmek üzere “mürûe” (mürüvvet) tabiri kullanılmaktaydı; bu dönemin bütün ahlaki faziletlerinin arkasında kişinin veya kabilenin şerefini koruma, öfke ve kavmiyet (hamiyye) duygularını tatmin etme, asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma arzusu yatmaktaydı. O dönemin “Câhiliye” olarak nitelendirilmesi, bilgisizlik kadar ahlaki olgunluğa aykırı kabalık, acımasızlık ve hoyratlıktan dolayıdır. İslam dini, aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusunun ve geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat ahlak anlayışının karşısına insanın nefsini dizginlemesi ve arzularını (heva) denetim altına alması esasını getirmiş; öfke ve şiddet yerine hilim ve şefkati koymuştur. Bu suretle insana, o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: “İnsana ve onu düzgün bir şekilde yaratıp kötü ve iyi olma kabiliyetini ona ilham edene andolsun ki, nefsini maddi manevi kirlerden arındıran kurtulmuş; onu günaha gömen de ziyana uğramıştır” (eş-Şems 91/7-10).
Bir olan Allah’a itaat temeline dayalı bir ahlakî ve dinî birlik sağlama görevini üstlenen Hz. Peygamber (bk. Âl-i İmrân 3/103); kabile ve soy sop (hasep nesep) anlayışı yerine Allah’a saygıyı (takvâ), ferdî ve sosyal olarak değer kazanmanın ölçüsü haline getirmiştir. Takvâya uygun olarak İslam’ın öğretileri, Allah’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, beşeri ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, tevazuyu (kibirlenmeme), karşılıksız sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bertaraf edilmesini ve diğer birçok erdemleri insanlara telkin etmiştir. Sonuç olarak İslam dini kişiye, bencil, aşırılığa kaçan ve dengesiz hevânın esiri olmaktan kurtulup inanç, düşünce ve eylemlerinde hür, erdemli ve hakiki bir insan olmaya götüren yolu göstermiştir.
Kur’ân-ı Kerim, Resûlullah’ın yüksek bir ahlaka sahip olduğunu bildirir (el-Kalem 68/4). Bizzat Hz. Peygamber, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” (el-Muvatta’, “Husnü’l-huluk”, 8) buyurduğu gibi, Hz. Âişe de onun ahlakının Kur’an’dan ibaret olduğunu söylemiştir (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 139). Hz. Peygamber’in başlıca hedeflerinden biri putperestliğe son vermek, diğeri de Allah’a saygı ve insanlara sevgi ve şefkat temeline dayanan bir ahlaki ilişkiler düzeni kurmak olmuştur. İslam dini, putperestliği kesinlikle reddederek kulların bütün yaptıklarını eksiksiz bilen ve gören, rahmeti çok geniş fakat cezalandırması da şiddetli olan Allah inancını yerleştirmekle güzel ahlaka dayanan bir hayat için güçlü bir temel hazırlamıştır (el-A’râf 7/156; el-Hicr 15/49-50). Böylece
inananların vicdanına İslam ahlakının ayırıcı erdemi konumundaki takvânın, yani Allah’a derin saygının ve sorumluluk bilincinin hâkim olmasını sağlamıştır. Nitekim Hucurâtsûresinde Allah’a ve Peygamber’e saygıdan başlayarak sosyal barışı gerçekleştirme ve koruma, müminlerin kardeşliği ilkesine zarar verecek çatışma, alay etme, küçümseme, kovuculuk, suizan gibi kötülüklerden sakınma yönünde buyruklar sıralanıp bütün insanların aynı ana babadan geldiği, kavim ve kabile farklılıklarının üstünlük sebebi sayılamayacağı hatırlatıldıktan sonra, “Allah katında en değerliniz takvâ bakımından en üstün olanınızdır” (49/13) denilmesi, takvânın bütün ahlakî erdemlerin bir şemsiyesi mahiyetinde olduğunu göstermektedir (bk. TAKVÂ).
Hz. Peygamber, baştan aşağı bütün sosyal ilişkilerin temelde karşılıklı sevgi, yardımlaşma ve paylaşma ilkeleri üzerine kurulması gerektiğini belirtir. Bir hadiste, “Müminler birbirini sevmede, birbirine merhamette ve birbirini korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı hastalanınca diğer organlar da onun gibi uykusuzluk ve rahatsızlık duyarlar” (Buhârî, “Edeb”, 27) buyurmuş; bir diğerinde ise, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız” (Müslim, “İmân”, 93) demiştir. İnsanlar arası münasebetlerin hem Allah’ın rızasına hem insanların iyiliğine uygun olarak sürdürülebilmesi için Kur’an’da israrla üzerinde durulan, İslam ahlakının temel dayanaklarından olan bir ilke de hak ve adaletin gözetilmesidir. Bu ilke inanan inanmayan, dost ve düşman herkese karşı titizlikle korunması gereken bir esastır (en-Nisâ 4/58; el-Mâide 5/2, 8;
en-Nahl 16/90; ayrıca bk. ADALET; ALLAH HAKKI; KUL HAKKI).
Doğru sözlü olmak (sıdk) ve güvenilirlik (emn, emanet), özellikle diğer insanlarla ilişkilerde adaletle birlikte ahlakî erdemlerin başında gelir. İnsanın yaratılışında bulunan güven duygusu, aynı zamanda sağlıklı bir toplum yapısı ve karşılıklı iyi ilişkiler için de olmazsa olmaz bir şarttır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisinde, “Müslüman, dilinden ve elinden insanların güvende oldukları kimsedir. Mümin de insanların canları ve malları konusunda (kendilerine zarar vermeyeceğinden) güvende bulundukları kimsedir” buyurmuştur (Nesai, “Imân”, 8). İmanın Allah katında makbul sayılmasının şartı olan ihlasın da (samimiyet) temeli doğruluktur. Hz. Peygamber, iman ile doğruluk ve emanet arasındaki ilişkiyi, “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 349) sözüyle dile getirmiştir (ayrıca bk. DOĞRULUK; EMANET; İHLAS).
İslam ahlakının temel ilkelerinden olan iffet ve haya da birbiriyle ilişkili iki kavramdır. Nitekim Hz. Peygamber, “Haya imandandır” (Buhârî, “Îmân”, 16; Müslim, “iman”, 57-59) ve “Her dinin bir ahlakı vardır; İslam’ın ahlakı da hayâdır” (İbnMâce, “Zühd”, 17; el-Muvatta’, “Husnü’l-huluk”, 9) buyurmuştur. Kişinin iffet erdemine aykırı bir davranışta bulunması halinde bundan rahatsız olması, utanması, yüzünün kızarması ve ondan uzak durmaya çalışması haya kavramıyla ifade edilir. Cinsel arzularını dinî ölçüler çerçevesinde tatmine çalışmak, edep ve namusunu korumak, başkalarına çirkin sözden ve iftiradan kaçınmak, kısaca ahlaken temiz bir hayat sürmenin gereklerini yerine getirmek iffet erdemini oluşturur. İslam dini, cinselliği tabii bir olgu kabul edip cinsel ihtiyaçların makul ve meşru zeminde giderilmesine imkan vermiş, ancak cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlal edecek biçimde kullanımını önleyici bazı sınırlamalar getirmiştir. Evliliğin teşvik edilip aile hayatını korumaya yönelik tedbirlerin alınması, iffetin ve neslin korunmasının dinin temel gayeleri arasında gösterilmesi, ahlak eğitimine önem verilmesi, müstehcenlik, fuhuş ve zina ile mücadele edilmesi bu amaca yöneliktir. İslam ahlakının en önemli değer ölçülerinden biri olan iffet, aynı zamanda bir tür özgürlük kaynağıdır. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması gerekir (bk. İFFET; HAYA).
Kısacası takva, doğruluk, adalet, şefkat ve merhamet, vicdanlı olma, hayâ ve iffet sıfatlarının birleştiği bir kimsenin manevi hali ve onun dışa yansıyan davranışları, bir bütün olarak fazilet ve edep terimleriyle de ifade edilen güzel ahlakı oluşturur (bk. AHLAK; EDEP; FAZİLET; İTİDAL).
2. Tasavvuf
İslam dini Hint çileciliği, hıristiyan ruhbanlığı gibi koyu mistik temayüllere izin vermez; evlenmeyi, dünya için çalışmayı ve dünya nimetlerinden meşru ve makul ölçülerde yararlanmayı tavsiye eder. Bununla birlikte bizzat Hz. Peygamber’in ölçülü bir züht hayatı yaşadığı, çevresindekileri de bu hayata özendirdiği bilinmektedir. Esasen dünyanın geçiciliği, asıl ve ebedî hayatın ölüm sonrasında bulunduğu şeklindeki genel yaklaşımın (el-Kehf 18/46) mantiki sonucu olarak bu hayatın imkânlarını geçici hazlar için kullanmak yerine onları ebedi hayattaki kurtuluş için değerlendirmek gerekir. İbadetlerin ve her türlü iyiliğin temelde niyet ve ihlas gibi kalbî yönelişlerle değer kazanması, müslümanın vicdanında derin dinî kaygı ve sorumluluk duygusunun (takvâ) hâkim kılınması, insanın nefsinin saptırıcı eğilim ve ihtiraslarına karşı sürekli uyanık bulunması, kader ve teslimiyet inancı, uhrevi sorumluluk kaygısı, evrenin derinden temaşası ve görünenin arkasındaki anlamın kavranması gibi konularda âyet ve hadislerde yer alan açıklama ve uyarılar, İslam dünyasında tasavvufun gelişmesine imkân veren bir zihniyet oluşturdu.
Bunun yanında Hz. Peygamber’den sonra baş gösteren ve giderek yoğunlaşan siyasi anlaşmazlıklar, iç savaş ve kargaşalar, ulaşılan maddi refah ve zenginlik; Asr-ı saâdet’teki takva, züht, tevekkül, kanaatkârlık, sevgi, özveri gibi erdemlere dayalı hayat anlayışının yerini bencilliğin, servet ve debdebe tutkularının aldığına işaret eden gelişmeler, baştan beri zâhidâne bir hayata eğilimli olanlar arasında derin kaygılara yol açmıştır. İlk zamanlarda bilhassa Basra’da Hasan-1 Basri’nin çevresinde oluşan züht hareketi Horasan’dan Mısır’a kadar İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Böylece İslam’ın itikadî konularına dair kelam ilmi; ibadetler, helaller ve haramlar, hukuk ve siyaset gibi pratik alanlarıyla ilgili olarak fıkıh ilmi teşekkül ederken insanın gönül ve duygu dünyasını zenginleştirme, deruni ve ahlakî boyutunu geliştirme işlevini de tasavvuf üzerine almıştır.
Tasavvuf, samimi bir dindarlıkla dışta (zâhir) ve içte (bâtın) dinin edeplerini yerine getirmek ve ilahî ahlakla ahlaklanmak olarak tanımlanmış; kalbi arındırma (tasfiye-i kalb) ve nefis terbiyesi (tezkiye-i nefis) sayesinde insanı olgun bir kişiliğe erdirme yolu olarak kabul edilmiştir. Meşhur Cibril hadisinde ifade edilen, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden (ihsan) takvâ sahibi bir mümin olmak (Buhârî, “Imân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1) tasavvufun gayesi haline gelmiştir. Kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olacağı (er-Ra’d 13/28), müminlerin Allah’ı çokça zikretmesi gerektiği (el-Ahzab 33/41), Allah’ın huzuruna kalbiselimle (günahlardan arındırılmış temiz kalp) çıkmanın âhiretteki kurtuluş için gerekli olduğu (es-Şuarâ 26/88-89), iyi ve temiz kalbe sahip olanların diğer bütün organlarının da iyi ve temiz hale geleceği (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâkät”, 107) gibi hususların âyet ve hadislerde vurgulanması, tasavvufi hayatın temeline Allah’ı çokça zikretme ve kalbi arındırma konularını yerleştirmiştir. “Seyrüsülük” diye ifade edilen ve bir mürşid-i kamil rehberliğinde uygulanan tasavvufi eğitim sürecinde, kalbin manevi hastalıklardan kurtarılması ve nefsin kötü huylardan uzaklaştırılması; insanı maddeye ve nefsin arzularına mahkûm eden makam ve mevki hırsı, mal sevgisi, şehvet ve şöhret gibi bencil isteklerin denetim altına alınmasıyla kişinin Allah’a yönelmesi ve iman bakımından yakîn (kesinlik) elde edilmesi hedeflenir. Erken dönemlerde Irak (önce Basra, sonra Bağdat merkezli) ve Horasan (Nişâbur) ekolleri çerçevesinde gelişen tasavvufi düşünce Gazzâlî gibi büyük düşünürler eliyle ilmî olarak en geniş şekilde işlenmişti. Daha çok İbnü’l-Arabi etkisinde gelişen geç dönem tasavvuf düşüncesi ise sadece ameli/pratik alanda değil nazarî/metafizik alanda da gelişme göstermiş, ayrıca tasavvufi hareketleri ve eğitimi müesseseleştiren tarikatlar, VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren İslam tarihine damgasını vurmuştur (bk. TARİKAT; TASAVVUF).
BENZER KONULAR:
İslam ahlakı, Kur’an ve sünnet temelinde şekillenir ve insan ilişkilerini düzenleyen, bireyin manevi gelişimini hedefleyen bir sistem sunar. Ahlak anlayışı, İslam öncesi Arap toplumundaki “mürûe” kavramından yola çıkarak, bireyin kendi içsel mücadeleleri üzerinden dış dünyaya olan ilişkisini yeniden tanımlar. Bu süreçte, öfke ve şiddet yerine şefkat, merhamet ve adalet ön planda tutulur.
Hz. Peygamber’in yüksek ahlak anlayışı, Kur’an’da da vurgulanır. İslam, bireyler arasında karşılıklı sevgi ve yardımlaşmayı esas alırken, haksızlık ve adaletsizlikten kaçınmayı da öğütler. Bu bağlamda takva, dürüstlük ve güvenilirlik gibi erdemler, sosyal ilişkilerin temel taşlarını oluşturur. Ayrıca iffet ve haya gibi kavramlar, bireyin ahlaki değerlerini korumasında önemli bir rol oynar.
Tasavvuf, bu ahlaki çerçevenin derinleşmesine olanak tanır. Birey, kalbini arındırarak ve nefsini terbiye ederek, ilahi ahlakla bütünleşmeyi hedefler. Hz. Peygamber’in öğretileri doğrultusunda tasavvuf, bireyin manevi olgunluğunu artırmayı ve ruhsal huzuru sağlamayı amaçlar.
Sonuç olarak, İslam ahlakı, bireyin hem kendisiyle hem de toplumu ile olan ilişkilerinde erdemli bir yaşam sürmesi için rehberlik ederken, tasavvuf da bu süreçte derin bir içsel dönüşüm sağlar.