İman ve İnanç Esasları
İslam’ın inanç esasları bu dinin mensubu olmak için kişinin tasdik etmesi yani gönülden inanıp doğrulaması gereken ilkelerdir (bk. İMAN). Bu ilkelere, “İslam dinine mensup olmak için kabul edilmesi gereken hükümler” anlamında “zarûrât-1 diniyye” de denilir. Buna göre Hz. Muhammed’in Allah’tan getirdiği vahiyler ve bu vahiylerden zorunlu olarak çıkan hükümlerin tamamı inanç esaslarını oluşturmaktadır. Zarûrât-ı dîniyyenin tamamı iman esası olsa da İslam âlimleri bu hükümlerin müslümanlara öğretilmesinde kolaylık olması amacıyla iman esaslarını altı başlık altında toplamışlar; bunu yaparken iman esaslarının topluca zikredildiği âyet ve hadislerden (el-Bakara 2/177, 285; en-Nisa 4/136; Buhârî, “Imân”, 37; Müslim, “Imân”, 1-7; Tirmizî, “Îmân”, 4; Nesâî, “Îmân”, 5) hareket etmişlerdir: 1. Allah’a iman. 2. Meleklere iman. 3. İlahî kitaplara iman. 4. Peygamberlere iman. 5. Ahirete iman. 6. Kaza ve kadere iman. Bu esaslar, âmentüde, yani İslam dininin inanç esaslarını özlü bir şekilde anlatan ve kişinin müslüman olduğunu ortaya koyan ifadelerde topluca zikredilmiştir (bk. ÂMENTÜ). Âmentünün son cümlesini oluşturan ve bir kimsenin İslam’ı kabul etmesi için dile getirmesi gereken, “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedüenneMuhammedenabdühû ve resûlüh” (Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim) ifadesi, Allah’ın varlığını, birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini, diğer bir deyişle onun Allah’tan getirdiği bütün dinî ilke ve hükümlerin doğru olduğunu kabul etmeyi ifade ettiği için, bütün iman esaslarını kuşatır. Söz konusu ifadeye “kelime-i şehâdet” denilir. İslam dinini kabul etmenin ilk aşaması olan kelime-işehâdeti gönülden benimseyerek ikrar eden (dil ile söyleyen) kimse bütün iman esaslarını kabul etmiş ve müslüman olmuş kabul edilir. Kelime-i şehadetin daha özlü bir ifadesi olan ve “kelime-i tevhid” denilen, “lâ ilâhe illallah Muhammedünresûlullah” (Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın elçisidir) ifadesi de aynı işleve sahiptir: Dile getiren kimse bütün iman esaslarını kabul etmiş sayılır ve İslam dininin bir mensubu haline gelir (bk. KELİME-İ TEVHİD).
İnanç esasları İslam’a mensubiyetin temel ölçüsü olduğu için bu esaslardan herhangi birini kabul etmeyen bir kimse müslüman sayılmaz; şayet İslam dinine mensup bir kimse bu ilkelerden herhangi birini reddederse İslam dairesinden çıkar ve kâfir olur. İman, İslam’ın temelini oluşturur. İslam’ın ortaya koyduğu her bir hüküm, ibadet yahut muamelat gibi bir davranışa yönelik olsa bile öncelikle bunların dinin ortaya koyduğu hükümler olduğuna iman etmek gerekir. Kişi ancak bunların dinin bir parçası ve doğru olduğuna iman ettikten sonra bunları uygulamaya yönelebilecektir.
İslam dininin temelini oluşturan inanç (iman) esaslarının tespitinde geçerli tek kaynak vahiydir. Vahye dayanmayan hiçbir ilke iman esası sayılamaz. Peygamberler dışında insanlar, Allah ile doğrudan iletişim imkânına sahip bulunmadığından, dinî esasların tespitinde yegâne güvenilir kaynak Allah’tan vahiy alan peygamberdir. Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde öncelikli olarak Allah’ın hükümranlığını tanımak ve Hz. Muhammed’in O’ndan vahiy aldığını tasdik etmek gerekir. Kur’ân-1 Kerim’in bütün sûre veâyetleri ile âyetlerin ifade ettiği hükümlere inanmak imanın gereğidir. Ayrıca namazın kılınışı gibi, Hz. Peygamber’den gelen mütevâtir hadislere (Hz. Peygamber’den sâdır olduğu şekliyle günümüze geldiği hususunda hiçbir şüphe bulunmayan sözler ve uygulamalar) dayalı olan hükümler ve uygulamalara da, dinin bir parçası olduğunda hiçbir şüphe bulunmadığı için iman edilmesi gerekir.
1. Allah’a iman
Allah inancı, İslam’ın inanç esaslarının temelidir. Allah inancının temeli de tevhiddir. Tevhit kısaca Allah’ın her açıdan mutlak bir ve tek olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını, her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olduğunu, yaratılmış varlıklardan mutlak bir biçimde farklı ve üstün olduğunu, O’ndan başka bir yaratıcı ve ibadete layık tanrı (mâbut) bulunmadığını kabul etmektir. İslam inancına göre Allah Teâlâ kâinatın tek yaratıcısı olduğu gibi, kâinatı yöneten ve kâinat üzerine mutlak hâkim olan tek varlıktır. Tevhit inancı, insanın hem inanç hem de davranışlarında yöneleceği tek varlığın Allah olması gerektiğini ifade etmesi açısından insanın hem duygu hem de davranış boyutunu, kısaca bütün boyutlarını kuşatan bir inançtır. Tevhit inancı, Allah’ın insanlara ulaştırdığı vahyin temel mesajıdır: “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona ‘Benden başka hiçbir ilah yoktur; o halde bana kulluk edin diye vahyetmiş olmayalım” (el-Enbiyâ 21/25)
âyetinde de buyurulduğu üzere tevhit, Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin ortak çağrısıdır. Bu sebeple İslam dini tevhit üzerinde kuvvetle durmuş, tevhidi zedeleyecek inanç ve davranışlara en ufak bir tâviz vermemiştir. Allah’a mahsus olan özelliklerden herhangi birini yaratılmış varlıklara atfetmek, O’nun otoritesini başka varlıklarla paylaştırmak, O’ndan başka bir varlığa tapınmak yahut beşer üstü bir sevgi ve itaat hissi duymak, Allah’a ulaşmak için aracı varlıklar kabul ederek O’ndan başka bir varlığa dua ve niyaz etmek İslam’da kesin olarak yasaklanmıştır. “Şirk” denilen bu anlayışlar Kur’ân-ı Kerim’de kesin bir biçimde yasaklanmış ve asla affedilmeyecek günah olarak nitelenmiştir (en-Nisa 4/48, 116; ayrıca bk. ŞİRK).
Allah’ın, kulun dua ve ibadetlerinin yöneleceği tek varlık oluşu O’nun insan tarafından tanınması ihtiyacını gündeme getirir. Allah’ın insan tarafından tanınmasını sağlayan vasıtalar ise O’nun isim ve sıfatlarıdır. Allah’ın isim ve sıfatları O’nu tanıtmak suretiyle, insanda olması gerektiği şekliyle bir uluhiyet inana ve bilinci oluşturur, böylelikle yanlış bir uluhiyet anlayışına sapmasına engel olarak kişinin inancını korur, tanıdığı bu varlığa bilinçli bir şekilde ve hakkıyla ibadet etmesini temin eder. Allah’ın isim ve sıfatları hakkında genel ilke bunların Allah hakkında mutlak yetkinlik ifade edip, her türlü kusur ve eksikliği O’ndan uzak kıldığına inanmaktır. Diğer bir deyişle, Allah’ın isim ve sıfatlarını, “tenzih” denilen Allah’ın her türlü eksiklikten uzak olduğu ilkesi temelinde anlamak gerekir. Zaten tenzih gerçek bir tevhit inancının ayrılmaz bir parçası ve gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın sahip olduğu sıfatları O’nun dışında yaratılmış varlıklardan birine atfetmek şirk olduğu gibi, yaratılmış varlıklara ait sıfatları Allah’a nispet etmek yahut Allah’ın sıfatlarını yaratılmışlara ait sıfatlarla eşit görmek de-Allah’ı yaratılmış varlıklar seviyesine indirmek anlamına geleceği için Allah’a iman esasından ayrılmak anlamına gelir.
Allah’ın isim ve sıfatları arasında, hepsi de Allah’ın sahip olduğu özellikleri aktardığından, işlev açısından hiçbir fark yoktur. Aralarındaki fark sadece Arapça dil bilgisi açısından farklı kelime kalıplarıyla ifade edilmeleridir. İslam âlimleri Allah’ın sıfatlarını “selbi” (tenzihî) ve “sübûtî” şeklinde iki temel başlık altında tasnif etmişlerdir. Selbî sıfatlar esas itibariyle Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak (münezzeh) olduğunu ifade eden sıfatlardır. Bunlar sadece Allah’a ait olan ve O’ndan başkası hakkında asla kullanılmayan niteliklerdir. Sübûtî sıfatlar ise en temelde Allah’ın sahip olduğu yetkinlikleri ifade eden sıfatlardır. Bu sıfatlar, yaratılmış varlıklarda da benzerleri bulunan birtakım özellikleri ifade etmekle birlikte, buradaki benzerlik sadece lafızda olup, sıfatın mahiyeti Allah ile yaratılmış varlıklarda bütünüyle farklıdır; Allah hakkında kullanıldığında mutlak yetkinlik ve mükemmellik ifade ederken, yaratılmış varlıklarda sınırlı ve eksik bir şekilde bulunur. Şüphesiz Allah her türlü kusurdan uzak
olduğu için selbi sıfatları, her türlü yetkinliğe sahip olduğu için de sübûti sıfatları sayılamayacak kadar çoktur. Bununla birlikte İslam âlimleri bunları temel başlıklar altında toplamışlardır. Buna göre Allah’ın selbi sıfatlarının başlıcaları şunlardır: Vücûd (Allah’ın var olması, yokluğun Allah hakkında imkânsız olması), kıdem (Allah’ın başlangıcının olmaması, ezeli olması), beka (Allah’ın sonunun olmaması, ebedi olması),muhâlefetünli’l-havâdis (Allah’ın yaratılmış varlıklara benzememesi), kıyâmbi-nefsihi (Allah’ın hiçbir şeye muhtaç oln 1), vahdâniyyet (Allah’ın her yönden bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının olmaması). Sübûtî sıfatlar ise şunlardır: Hayat (Allah’ın ezeli ve ebedî diri olması), ilim (Allah’ın her şeyi bilmesi), irade (Allah’ın var olan her şeyi irade etmesi), kudret (Allah’ın her şeye gücünün yetmesi), sem (Allah’ın her şeyi işiten olması), basar (Allah’ın her şeyi gören olması), kelâm (Allah’ın konuşması ve peygamberleri vasıtasıyla kullarına mesaj göndermesi), tekvin (Allah’ın her şeyi yaratan olması) (ayrıca bk. ALLAH; ESMÂ-yi HÜSNÂ; TEVHİT).
2. Meleklere iman
İslam’ın inanç esaslarından biri de meleklere imandır. Allah, insanların bu dünyada duyularıyla algılayamadığı, farklı boyutlarda varlıklarını sürdüren yaratıklar da yaratmıştır. Bunlar arasında en önemlileri, akıl, kuvvet ve irade sahibi olmakla birlikte herhangi bir günah işlemeyen ve mutlak olarak Allah’a itaat eden meleklerdir. Allah’ı takdis (yüceltme) ve O’na ibadet etmenin yanı sıra kendilerine verilen görevleri yerine getiren meleklerin insanlarla ilgili görevleri şu şekilde özetlenebilir: Peygamberlere salavat getirme, müminlerin bağışlanması için dua ve niyazda bulunma, Allah ile peygamberler arasında elçilik yapma, başta peygamberler olmak üzere Allah’a yönelen mümin kullara manevi güç verme, insanların yaptıkları işlere şahitlik ederek kayıt altına alma (bk. MELEK).
Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen ve insanların bu dünyada duyularıyla algılayamadığı farklı bir varlık türü de cindir. Cinler de tıpkı insanlar gibi mükellef (yükümlü) yani bu dünyada imtihana tâbi tutulan şuur sahibi varlıklardır. Cinlerin bir kısmı peygamberlerin getirdiği mesaja uyarak müslüman
olurken bir kısmı küfre sapmıştır. Küfre sapmış olan ve kötülüğü teşvik edenlere “şeytan” denilir. Şeytan, imtihan halinde olan insanın, kendi tercihine bağlı olarak kötülük işlemesine yardımcı olur ve onu daima kötülüğe teşvik eder. Nasların (âyet ve hadislerin) verdiği bilgilerden hareketle cinlerin varlığını kabul etmek gerekir (bk. CİN; ŞEYTAN).
3. Kitaplara iman
Allah’ın peygamberlerinden bazılarına, gönderdiği vahiyleri içeren kutsal kitaplar verdiğine inanmak da bir iman esasıdır. Kur’an’da peygamberlere “suhuf” (sayfalar) ve “kitap” verildiği ifade edilir. Söz gelimi Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrâhim’e ve Hz. Mûsâ’ya “suhuf” verildiği belirtilir (en-Necm 53/36-37; el-A’la 87/18-19). Bunun yanında Hz. Dâvûd’aZebûr (en-Nisâ 4/163; el-İsrâ 17/55), Hz. Mûsâ’ya kitap (Tevrat) (el-İsrâ 17/2), Hz. İsa’ya ise İncil’in verildiği zikredilir (el-Mâide 5/46; el-Hadîd 57/27). Dolayısıyla Kur’ân-Kerim’de adı bildirilen kitapların, özgün halleriyle Allah’ın vahyi olduğunu kabul etmek gerektiği gibi, Allah’ın geçmişte diğer bazı peygamberlerine isimleri bize bildirilmeyen kitaplar da göndermiş olabileceğini kabul etmek gerekir.
Ancak, Allah Teâlâ’nın önceki peygamberlere gönderdiği kitaplar, tarihî süreç içerisinde tahrife uğrayarak asli hüviyetlerini kaybetmişlerdir. Bu sebeple bu kitapların günümüz açısından hükmü kalmamıştır. İlahî vahiy halkasının son aşaması ise Hz. Muhammed’e verilen Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın son peygamberi vasıtasıyla insanlığa gönderdiği son kutsal kitaptır. Kur’ân-ı Kerim’in hükmü kıyamete kadar süreceği için, kıyamete kadar Allah tarafından korunacaktır (el-Hicr 15/9). Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’in Allah’tan geldiği şekliyle asli hüviyetini devam ettirmediğini veya ilahî kaynaklı bir kitap değil de beşer ürünü bir kitap olduğunu yahut tutarsızlıklar ve hatalı bilgiler içerdiğini iddia etmek İslam’ın inanç esaslarına aykırıdır.
4. Peygamberlere iman
İslam’ın ortaya koyduğu ilah anlayışı, âlem ve insan üzerinde mutlak hâkim ve muktedir, her durumda hükmünü icra eden yetkin bir ilahın varlığını kabul eder. Bu anlayış kâinatın ve insanın başıboş ve tek başına bırakılmayıp Allah’ın âleme sürekli müdahil olduğunu, diğer varlıklar gibi insanı da gözetim ve denetim altında tuttuğunu, insanın hayatının istikametini belirleyen bir güce ve yetkinliğe sahip olduğunu gösterir ki, “İnsan, başıboş bırakılacağını mi zannediyor?” (el-Kıyâme 75/36) âyetiyle bu husus net bir şekilde ifade edilmiştir. Zaten İslam Allah’ın ve birtakım ilkelerin sadece tasdik edilmesini değil, bu tasdikin hayata yansımasını da ister. İmanın gündelik hayata yansıtılması ve hak dinin sunduğu mutluluğun yaşanabilmesi için kişinin yaratanına ve diğer yaratılmışlara olan yükümlülüklerini yerine getirmesi gereklidir. Bu sebeple insanın gerek ibadete dair gerekse diğer varlıklarla ilişkilerini düzenleyen ahlak ve davranış ilkelerine (muamelat) dair bilgi sahibi olması gerekir. İşte insan, Allah’ı tanımasını, ne yapması gerektiğini öğrenmesini ve hem bu dünya hayatında hem de sonsuz âhiret hayatında saadete ulaşmasını sağlayacak bilgilere peygamberler sayesinde erişir. Peygamberler Allah’tan aldıkları bilgileri, insanın yapması ve yapmaması gerekenlere dair emir ve yasakları insanlara bildirerek insanların hayatını tanzim ederler. Böylelikle peygamberler Allah ile insan arasındaki bağlantıyı sağlarlar. Bir başka ifadeyle Allah, imtihan gereği doğrudan bütün insanlara hitap etmek yerine belirli kullarını seçerek, onları, insanlara rehberlik etmek üzere görevlendirir. Peygamberlik ilk insan olan Hz. Âdem ile başlayıp son peygamber Hz. Muhammed’e kadar devam etmiştir.
Allah tarafından görevlendirilmiş olan bütün peygamberlerin hak olduklarını kabul etmek gerekir. Nitekim Hz. Muhammed de geçmiş peygamberlerden saygı ile söz etmiş, kendilerine iman ettiğini belirtmiş ve bazılarının adını zikretmiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 5, 22, 43; Müslim, “Îmân”, 263-264). Kur’ân-ı Kerim’de yirmi beş peygamberin adı sayılır (Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub, Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyâs, Elyesa, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed). Ancak insanlık tarihi boyunca gönderilen peygamberler bununla sınırlı değildir. Her kavme bir “elçi” ve “uyarıcı” gönderildiğini bildiren âyetler (Yûnus 10/47; Fâtır 35/24) göz önüne alındığında peygamberlerin sayısının çok daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Dolayısıyla naslarda ismi zikredilsin veya zikredilmesin Allah’ın insanlık tarihi boyunca peygamberler gönderdiğine ve gönderilen bu peygamberlere inanmak gerekir (ayrıca bk. PEYGAMBER). “Kıyamet” denilen bu dünya hayatının sonunu getirecek büyük hadise çok yaklaşmış ve peygamber gönderilmesi Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Hz. Muhammed son peygamber olup, ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir (bk. el-Ahzab 33/40; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 411-412; Buhârî, “Menâkıb”, 18; Müslim, “Imân”, 327; ayrıca bk. HATM-i NÜBUVVET). Tıpkı önceki kitapların tahrif edilmiş olması gibi önceki peygamberlerin örnekliği ve getirdikleri hükümler de (şeriat) unutulmuş ve tahrife uğramış olup, son ilahî kitap Kur’ân-ı Kerim ve son peygamber Hz. Muhammed’in örnekliğinin ve şeriatının kıyamete kadar geçerli olduğu ve koruma altında bulunduğu bildirilmiştir.
İslam inancı Allah’ın dışında herhangi bir yaratılmışa beşer üstü özellik atfedilmesini şirk kabul ettiğinden peygamberlere de bu tür özellikler atfedilmesini kesin olarak yasaklamıştır. Bu yönüyle peygamberlerin de birer insan olduğu kuvvetle vurgulanır (mesela bk. el-İsrâ 17/93; el-Kehf 18/110; Fussilet 41/6). Ancak
peygamberler insanları Allah’ın yoluna çağırmak gibi özel bir görev taşıyan şahıslardır (el-Ahzab 33/45 46); insanlar için en güzel örnekliği ortaya koyan mükemmel insan modelidir (el-Ahzâb 33/21). Bu sebeple peygamberler, elçilik (tebliğ) görevlerinde hata yapmaktan; özel hayatlarında ise şahsiyet zedeleyici ve manevi liderlik vasfına halel getirici günahlardan korunmuş şahsiyetlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin her yönden güvenilir, özverili ve iyi niyetli emin kişiler oldukları ifade edilir (mesela bk. el-A’râf 7/61-62, 67-68, 79, 93; eş-Şuarâ 26/106-107, 124-125, 142-143, 161 162, 177-178). Ancak “ismet” denilen bu günahtan korunmuşluk özelliği sadece peygamberlere mahsus bir özellik olup peygamberler dışında herhangi bir şahısta bu özellik bulunmaz.
Öte yandan “gayp” denilen, insanın duyu ve akıl gibi idrak vasıtalarıyla kavranması mümkün olmayan alanın bilgisi genel ilke olarak sadece Allah’a aittir (mesela bk. el-En’âm 6/59; Yûnus 10/20; Hûd 11/123). Ancak Allah sadece kendisine ait olan gaybın bilgisinden bir kısmını dilediği peygamberine bildirebilir (bk. Âl-i İmrân 3/179; el-Cin 72/26-27). Nitekim peygamberlere gönderilen vahiyler de esas itibariyle gayba ait bilgilerdir.
Peygamberlerin doğruluğunun insanlar tarafından bilinmesi aklın kavrayabileceği bir husustur. İnsanların peygamberlerin getirdiği mesajın içeriği ve peygamberin şahsiyeti hakkında düşünmesi, onların doğruluğunun anlaşılması için çoğunlukla yeterlidir. Bununla birlikte Allah Teâlâ peygamberlere iddialarını desteklemek amacıyla “mucize” denilen, tabiattaki sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklanması mümkün olmayan, duyularla algılanabilir (hissi) olağanüstü olaylar verir (mesela bk. Âl-i İmrân 3/49; el-A’râf 7/107-108; el-Enbiyâ 21/68-69). Bu sebeple peygamberlerin elinde, iddialarını tasdik eden olağanüstü olayların zuhur ettiğini kabul etmek gerekir (bk. MUCİZE).
5. Ahirete iman
Ahiret, insan hayatının ve varoluş süresinin bu dünya hayatından ibaret olmadığını, öldükten sonra tekrar bir diriliş olacağını ve artık bu hayatın sonsuza dek devam edeceğini ifade eder. Hatta geçici ve sonlu dünya hayatı karşısında âhiret hayatının sonsuz olduğu düşünülürse İslam dini açısından esas hayat âhiret hayatıdır (el-Ankebût 29/64; el-Mü’min 40/39). Dolayısıyla İslam dinine mensup olmak için ölümle her şeyin bitmediğine, insanın öldükten sonra bu dünyadaki yapıp ettiklerine göre sonsuz bir hayatta mükâfat yahut ceza şeklinde bir karşılık bulacağına inanmak gerekir. İslam âlimleri âhiret hayatının dünya hayatından farklı bir âlem olduğu ve orada yaşadığımız kâinattan farklı kanunların geçerli olduğundan hareketle âhiret hayatı hakkında akli çıkarımlara dayalı olarak konuşmanın pek mümkün olmadığını, âhiret hayatı hakkında ancak nassa (âyet ve hadisler) dayalı olarak hüküm verilebileceğini söylemişlerdir (ayrıca bk. ÂHİRET).
Ahiret hayatı kişinin ölümüyle başlar. Hz. Peygamber’in kabrin âhiret duraklarının ilki olduğunu bildiren hadisi de (Tirmizî, “Zühd”, 5; İbnMâce, “Zühd”, 32) bunu ifade etmektedir. Kişinin ölümüyle âhirette dirilişine kadar arasında ise “berzah” denilen bir âlem bulunmaktadır geçen süre (el-Mü’minûn 23/100). Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de kötülerin kabirde azaba uğrayacaklarına işaret eden âyetlerin yanında (el-Mü’min 40/46; Nûh 71/25), Hz. Peygamber’in, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir
çukurdur” hadisi de (Tirmizi, “Sıfatü’l-kıyâme”, 26) ölünün kabirde mahiyeti bizce tam olarak bilinemeyen bir yaşam sürdüğüne işaret etmektedir. Bu sebeple İslam âlimleri, kişinin ölümüyle kıyametin kopması arasında geçen sürede “kabir hayatı” olarak adlandırılan bir yaşamın bulunduğunu kabul etmişlerdir (ayrıca bk. KABİR HAYATI).
Bütün insanlığı kuşatan gerçek anlamdaâhiret hayatı ise kıyametin kopmasıyla başlayacaktır. İçinde yaşadığımız dünyanın ve dünyanın içinde yer aldığı kâinatın bir başlangıcı olduğu gibi bir sonu da vardır. Kıyametin kopmasıyla kâinattaki mevcut düzen altüst olacak ve kâinat bütünüyle yok olacaktır. Kıyametin ne zaman kopacağı sadece Allah’ın bildiği bir husus olmakla birlikte (el-A’râf 7/187; el-Ahzâb 33/63) son peygamber Hz. Muhammed’in gönderilişiyle beraber kıyamete giden süreç başlamıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Benim nübüvvetle gönderilişim ile kıyametin kopması şu iki parmağım gibi yakındır” (Buhâri, “Rikāk”, 39; Müslim, “Fiten”, 132-135) buyurarak artık dünya hayatının son aşamasına girildiğini bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de kıyametin kopmasına az bir zaman kaldığının (el-Kamer 54/1) ve alametlerinin belirdiğinin bildirilmesi de (Muhammed 47/18) bu gerçeği göstermektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle kıyametin kopmasına kadar geçen süreye, kâinatın son evresi anlamında “âhir zaman” denilmiştir. Aslında kâinatın geçirdiği milyonlarca yıllık zaman dilimi göz önüne alındığında, Hz. Peygamber’in nübüvvetinden günümüze kadar geçen on dört asırlık sürenin hiç de uzun olmadığı görülecektir (ayrıca bk. ÂHİR ZAMAN; KIYAMET ALAMETLERİ).
Kur’ân-ı Kerim’de “her şeyi altüst eden sarsıcı olay, kulakları sağır eden ses” (en-Nâziât 79/34; Abese 80/33) şeklinde tasvir edilen ve kozmik düzeni bütünüyle yok edecek olan kıyamet İsrafil adlı meleğin “sûr”a üflemesiyle başlayacak, ilk üfleyişte bütün canlılar ölecek ve kâinat altüst olacaktır. Sûra ikinci üflemeyle bütün insanlar diriltilecek (ez-Zümer 39/68) ve hesap vermek için mahşer meydanına sevkedileceklerdir. İnsanlar dünyada bütün yapıp ettiklerinin hesabını verecekler ve yaptıklarının karşılığını tam olarak alacaklardır. İman edip salih amel işleyenler ebedî cennetle mükâfatlandırılacak, vahyin çağrısı kendilerine
ulaştığı halde inanmayanlar ise sonsuz cehennem azabına çarptırılacaklardır (ayrıca bk. CEHENNEM; CENNET; KIYAMET).
6. Kadere iman
En temel anlamıyla kader, Allah’ın kâinattaki her şeyle birlikte insanın fiillerini de ezelde bilmesi ve zamanı geldiğinde yaratmasıdır. Kadere iman ilkesi Allah’a, O’nun mutlak ilim, irade ve kudretine imanın bir sonucu olduğu gibi, hadislerde açık bir şekilde müminin iman etmesi gereken esaslar arasında zikredilir (Müslim, “Îmân”, 37; Tirmizî, “Îmân”, 4). Allah’ın sıfatlarında mutlak yetkin olduğunu kabul etmek doğal olarak kader inancını içerir. Zira kaderi reddetmek, Allah’ın bu sıfatlarının birinde yahut birkaçında sınırlandırmaya gitmek anlamına gelir. Kader konusu, insanın fiillerindeki özgürlüğüyle Allah’ın kâinat üzerindeki mutlak hâkimiyetinin kesiştiği bir alan olması hasebiyle anlaşılması zor bir konudur. Kur’ân-ı Kerim bir yandan Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu (el-Kamer 54/49), her şeyin O’nun tarafından belirlendiğini (et-Tevbe 9/51), insanın iradesinin O’nun iradesine bağlı olduğunu (et-Tekvîr 81/29) vurgularken; diğer taraftan da insanın fiillerinde seçim sahibi olduğunu ve fiillerini iradesini kullanarak işlediğini, dolayısıyla bunlardan sorumlu olduğunu bildirmektedir (el-Kehf 18/29;
el-Müddessir 74/38; el-İnsân 76/3). Kur’ân-1 Kerim hem Allah’ın bütün kâinat üzerinde olduğu gibi kâinatın bir parçası olan insan ve fiilleri üzerinde de etkin olduğu, hem de insanın fiillerinde hür ve bu fiillerinden dolayı sorumlu olduğu şeklinde dengeli bir anlayışı öğretmektedir. Dolayısıyla Allah’ın irade ve kudretinin kapsamlılığı karşısında insanın fiilinde hiçbir irade ve rolünün bulunmadığı şeklinde insanın sorumluluğunu ortadan kaldıran bir cebir anlayışıyla insanın fiillerini bütünüyle zorunluluk altında işlediği düşüncesi) bunun aksine insanın fiillerinin mutlak hâkimi olup Allah’ın hiçbir etkisinin bulunmadığı şeklinde Allah’ın irade ve kudretini sınırlandıran yahut devre dışı bırakan anlayışlar, Kur’ân-Kerim’in kader konusunda belirlediği çerçeveye aykırı anlayışlardır (ayrıca bk. KADER).
BENZER KONULAR:
- Ahiret gününe iman ne demektir?
- Tahkik-i İman ve Taklid-i İman Ne Demek ?
- İman ne demektir sözlük ve terim anlamı
- icmali iman tafsili iman nedir?
- Kitaplara iman nedir diyanet
- Tümünü görüntüle.
- İslam dininin iman esasları ne ile ifade edilir?
- İman Esasları
- İslam inanç (İman) esasları nelerdir? maddeler halinde
- İmanın şartları – Temel inanç esasları
- İmanın Esasları – Diyanet
- Tümünü görüntüle.