Toplum
İslam’ın temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim; evrenin mahiyeti, insanın kim olduğu, evrendeki yeri ve sonunun ne olacağına dair verdiği temel bilgilerle varlığa ve varlığın anlamına dair kapsamlı bir bakış açısı sunması yanında, insanın bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini de gösterir; bu çerçevede onun fert olarak pratik hayatını yönlendirdiği gibi, bir toplum nizamı da öngörür. Yaratan, yarattığını en iyi bilendir; ona kim olduğunu bildirmekle kalmamış, hayatında rehberlik edecek kuralları da bildirmiştir. Hemen her dinde Allah ile insan arasındaki ilişki ve buna bağlı olarak ibadetler en merkezî unsuru teşkil etmekle birlikte, İslam’a göre bu ilişkiyi insanın diğer insanlarla ilişkisinden soyutlamak mümkün değildir. Bir başka ifadeyle ahlakî ve hukukî ilke ve değerler bakımından insan hayatı bölünmez bir birlik ve bütünlüğe sahiptir; çünkü insan bütün yapıp ettiklerinden âhirette hesaba çekilecektir. Dolayısıyla İslam yalnız soyut ve evrensel öğretilerle yetinmeyip somut kurallar da koymuştur. İslam, insanın hem Allah ile hem diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen kurallarıyla bütün bir hayat tarzı tasarlar; hayatın hiçbir alanında maddi ve manevi, dinî ve din dışı ayırımı yapmaz; hayatın hukuk, iktisat ve siyaset gibi bütün alanlarıyla ilgili kurallar koyar. İslam’ın gerek inançla ilgili gerekse ibadetler ve insanlar arası ilişkilerle ilgili koyduğu bütün dinî hükümler, şeriat teriminde ifadesini bulur (bk. ŞERİAT).
1. Hukuk
İslamiyet insanların birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde, aile hayatından ticarî hayata, toplum nizamı ve yönetimden devletler arası ilişkilere kadar hukukun değişik alanlarında ilkeler ve kurallar koymuş, kendi inanç dünyasıyla tutarlı düzenlemelerde bulunmuştur. Kur’an ve sünnette yer alan hukuki hükümlerin bir kısmı belirli kurallar bir kısmı genel ilkeler şeklindedir. Gerçek kanun koyucu (şâri’) Allah’tır. Hz. Peygamber, esasen kanun koyucu değil mübelliğ olup, onun sünneti otoritesini vahye dayalı olmasından yani Allah Teâlâ’nın verdiği yetkiden almaktadır. İnsanlar kanun koyucu olamazlar; İslam âlimlerinin bu ilkeler ve kurallar etrafında düşünce (re’y) ve içtihatlarıyla ortaya koydukları görüşler ise ilahî iradenin anlaşılması ve açıklanması mahiyetindedir.
İslam, hukuka büyük değer vermiş; diğer medeniyetlere ve dinlere nispetle çok daha üstün bir hukuk anlayışı getirmiştir. Geçmişteki ve günümüzdeki beşerî hukuk anlayışları ve sistemlerinde hukuk, kaynağı açısından atalardan devralınan gelenek ve töreye, devletin iradesine, yönetime katılanlar arasında çıkarlara dayalı uzlaşılara veya felsefi temeli zayıf mevhum bir tabii hukuka dayandırılmış, bu da hukuk kurallarının düzenleyici olmaktan öte bir anlam ifade etmemesine, tutarsızlıklarla dolu olmasına, ahlaktan ayrı görülmesine, saygınlığının bulunmamasına ve iktidar sahipleri elinde suistimal edilen bir aygıt haline gelmesine yol açmış, adaleti tesis etmek bir yana adalet ile zulmü birbirinden ayırt edecek mutlak ölçüleri belirlemekten dahi âciz kalmıştır. Bu anlayış
ve sistemlerde hukuk bir ilim olmaktan ziyade teknik bir meslek olmaya daha yakındır. İslam’ın getirdiği hükümler, aileden ticarete, cezalardan yabancılara muameleye kadar bütün alanlarda çok daha insani, hukuktan beklenen adalet işlevini yerine getirmeye daha kabiliyetli ve tutarlıdır.
Modern dönemlere kadar farklı toplum kesimlerinde farklı hukuki hükümlerin ve anlayışların câri olduğu, hatta bir kısmında hak ve hukuk mefhumunun dahi oluşmadığı, hukukçuların makbul insanlar olarak görülmediği toplumların aksine; İslam, insanların haklarına riayete ve adaletli bir toplum inşasına davet etmiş, herkesi aynı hükümlere tâbi kılarak kimseye imtiyaz tanımamış, toplumun her kesimine açık bir eğitim yoluyla gelen fakihler toplumda saygın âlimler olarak yer almıştır. Bu yönüyle İslam, insanlık tarihinde örnek bir model ortaya koymuştur. Hükümleri açısından insan fitratına daha uygun oluşu, kâinatın yaratıcısı Allah’tan gelen vahye dayalı olması ve insanlarda samimi bir bağlılık oluşturmasının yanı sıra adalet duygusunu tatmin etmesi, İslam hukuk anlayışının ve hükümlerinin üstün yönlerinden bazılarıdır. Bunun yanında metodolojik tutarlılık, kaynakların sahihliği ve açıklığı, delilleri ve hüküm çıkarma yolunu denetlemek üzere usûl-i fıkıh ilminin geliştirilmiş olması, İslam’a diğer hukuk geleneklerine göre ilmi yönden üstünlük sağlamaktadır. Nitekim beşerî hukuk telakkileri dışında diğer önde gelen dinlerle karşılaştırıldığında da kast sistemi, feodal sınıflı toplum veya din adamları sınıfı benzeri bir yapıya izin vermemesi, kaynaklarının tahrife uğramaksızın gelmesi, sahihliği ve açıklığı, hukuki hükümlerin
ilmî metotlarla kaynaklardan çıkarılması ve hukukî faaliyetin canlı bir şekilde sürmesi, farklı din ve inançların varlığını tanıyarak gayrimüslim topluluklara müslüman toplumda yaşama imkânı tanıması, -bazı dinlerde büyük çoğunluğu uygulanma kabiliyeti bulunmayan hükümlerin aksine- hükümlerinin uygulanabilir olması önemli üstünlükleridir. Bu noktada diğer dinlerin, farklı mezhepleri arasındaki son derece farklı dinî kaynak ve hukuk anlayışlarıyla parçalanmışlık arzettiği, din adamlarının dinde tasarruf açısından peygamberin yerini almaktan öte âdeta kanun koyucu gibi hareket ettikleri ve dinde helal ve haram belirleme yetkisini kendilerinde gördükleri, -Asya dinlerinde olduğu üzere bu dinlerin bir kısmının ilahi vahiyle bağını dahi kaybetmiş ve birer şirk dini haline gelmiş olduğu, ayrıca söz konusu dinlerin yayıldıkları yerlerde hâkimiyeti altına girdikleri devletlerin hukukunun gölgesinde kalmış olup hukukun birçok alanını ilgili devletlere bıraktıkları ve çoğu kere bir hukuk ilmi geliştirememiş oldukları görülmektedir.
Kur’an ve sünnette hukukî hayatı en ince ayrıntısına kadar düzenleyen açıklamalar yerine çok defa kuşatıcı genel ilkeler, bazan da insan hayatındaki önem ve değişmezlik derecesine göre özel hükümler yer almış; istisnaî olarak da o günün şartlarında çözümlenmesi gereken âcil bir probleme dair hükümler konulmuştur. Nasların (Kur’an ve sünnetteki açıklamalar) sınırlı, çözüm getirilmesi gereken olayların sınırsız oluşu, hem hukuk alanında yorum ve içtihat faaliyetine geniş bir imkân hazırlamış hem de bu faaliyetin değişime açık bir çizgide seyretmesini sağlamıştır. Bunun sonucu olarak İslam toplumlarında fikih ilmi, dinin temel ilkeleri etrafında, hayatın gerçeklerini, tabii akışını ve değişkenliğini dışlamayan bir anlama ve yorumlama faaliyetiyle oluşmuş, İslam toplumuna özgü ve İslam dünyasındaki bölgesel çeşitlilik ve tecrübe zenginliğini de yansıtacak biçimde bir hukuki birikim ortaya çıkmıştır.
Kur’an ve sünnetin hukuki hükümleri vazederken takip ettiği üslup ve gözettiği amaçlar, Hz. Peygamber’in örnek uygulamaları, onun döneminde yürütülen yargılama, fetva ve içtihat faaliyetleri, Asr-ı saâdet’ten itibaren İslam dünyasında güçlü bir hukukî tefekkürü başlatmış, devlet teşkilatının giderek yerleşmesi ve İslam coğrafyasının genişlemesiyle birlikte gündeme gelen farklı uygulama ve görüşler bu tefekkürü besleyici bir işlev görmüştür. İslam’ın diğer yaygın dinlere göre hukuk alanındaki tarihî üstünlüğü, ilk doğduğu dönemden itibaren kendi iktidarını kurarak inkişaf etme imkânı bulmuş olması, kendisine yabancı bir iktidarın hâkimiyetinde var olmaya çalışmak ve bu sebeple tâvizler vermek zorunda kalmamasıdır. İslam tarihinde ilimlerin oluşum döneminde fikih ve fetva faaliyeti genellikle gayriresmî girişim ve çabalarla yürütülmüş, çeşitli bölgelerde oluşan ilim halkaları geleneğin teşekkülünde ve sistemli düşünce üretiminde ilk adımlar olmuştur. Bu dönemde fikhin, kelam, hadis ve tasavvuftan ayrı bir ilim dalı şeklinde ortaya çıkışı, kaynakları yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma faaliyetini daha sistemli hale getirmiştir. Tedvin yani fikhîgörüşlerin yazıya geçirilmesiyle birlikte fıkıh mezheplerinin teşekkülü, İslam toplumunun ilk dört asrında hukukun gelişiminin ana aşamalarını oluşturur. İleriki bir iki yüzyıl içinde daha çok da pratik mülahazalarla belli başlı ve yaygın fıkıh mezhepleri etrafında toparlanma hızlanmış, bir kısım mezhepler ortadan kalkarken Hanefi, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri sistemleşerek bütün müslüman topluma yayılmıştır. Şii (Zeydiyye ve İsnâaşeriyye) ve Hâricî (İbâzıyye) inanç mezheplerine mensup olanlar da Sünnî örnekleri izleyerek birer fıkıh külliyatı oluşturma yoluna gitmişlerdir (ayrıca bk. FIKIH; İÇTİHAT; MEZHEP; USÛL-i FIKIH).
2. Siyaset
Medine’ye hicretten sonra müslümanların ayrı bir toplum haline gelmeleri ve bir yurda kavuşmaları zorunlu olarak siyasî bir yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. Hz. Peygamber, hem ferdî hem toplumsal hayatın bütün alanlarındaki kılavuzluk rolü çerçevesinde giderek gelişen bir devlet kurmuş, dinin kamu hayatıyla ilgili hükümleri bu siyasî yapı içinde hayata geçirilmiştir. Medine Sözleşmesi, kabileyi ve dar otorite kalıplarını aşarak ümmet seviyesinde yeni bir siyasî birlik tanımı getirmiştir. Kur’an’da Resûlullah’a itaat emredilirken asli görevi olan risâletle toplumsal bir zorunluluk olarak üstlendiği devlet başkanlığı, yargı, ordu kumandanlığı gibi görevleri arasında bir ayırım yapılmaz. İslam’ın dünya ve âhiret, dinî ve din dışı ayırımı gözetmemesinin, aksine insan hayatını bir bütün olarak değerlendirmesinin ve sosyal ilişkilerle ilgili kuralların ve hükümlerin uygulanmasında kamu otoritesinin desteğine ihtiyaç duyulmasının tabii sonucu olarak siyaset, İslam düşüncesinde önemini daima korumuştur. Siyasî otorite ve kamu düzeni tabii olduğu kadar dini bir zorunluluk olarak da görülmüştür. Hz. Peygamber’den sonra onun siyasî görevlerini yerine getirmek üzere hilafet makamı yerleşmiş ve yüzyıllar boyu gerek hukuki-nazarî tutarlılık gerekse fiilî birlik açısından vazgeçilmez bir rol oynamıştır (ayrıca bk. HİLAFET).
İslam tarihinde yönetim şekilleri ve devlet başkanlarının yönetime geliş şekli farklılıklar göstermişse de Hulefâ-yiRâşidîn devrinden sonra hanedanlığa dayalı saltanat sistemi yerleşmiş ve XX. yüzyıla kadar müslüman toplumlarındaki başlıca devlet başkanlığı sistemi olagelmiştir. Siyasî ve toplumsal şartların değişmesiyle günümüzde cumhuriyet daha yaygın bir sistem halini almıştır. Esasen Sünni anlayışta devlet başkanının bir tür seçim yoluyla geleceği, ümmete karşı sorumlu olduğu, ilahî bir yetkisinin bulunmadığı, şer’î hükümleri ve bu hükümler çerçevesinde kendisine verilen görevleri icra etmekle yükümlü bulunduğu hususları açık bir şekilde ifade edilmiştir. Devlet başkanlığı sistemi, yönetim (hükümet) şekli, siyasî meşruiyet ve siyasî katılım, toplumun yapısına ve siyasî kültürüne bağlı olarak çeşitlilikler gösterebilirse de dine bağlılık ve dinî hükümleri uygulama, daima siyasî meşruiyetin temelinde yer almıştır.
ilk dönemlerden itibaren müslümanlar devletin kuruluşu ve teşkilatlanması, siyasî otoritenin oluşum ve intikali konusunda hem kendi tecrübe birikimlerinden hem de komşu geleneklerden azami ölçüde yararlanmışlardır. Kur’an ve sünnette de siyasi hayatın zamanla eskiyecek ve değişecek olan biçimsel yönü ve araçları değil, onların bütün insanları erdeme ve mutluluğa götürme yolunda kullanımını sağlayacak olan genel ilkeleri ve ahlakı üzerinde durulmuştur. İslam’ın evrensel bir din olması, kıyamete kadar her siyasî ve toplumsal yapı içinde hayat bulma iddiası taşıması da bunu zorunlu kılar. İslam dünyasında siyasî hayat gerek teori gerekse uygulama yönüyle birçok farklılığı içinde barındırır. İslam siyaset düşüncesi de farklı düşünce ekollerine ve farklı siyaset yaklaşımlarına dayalı bir zenginliğe sahiptir.
Kur’an ve sünnette yer alan ilkelere göre siyaset temelde adalete dayanmalı, siyasî görev ve yetkiler de ehliyet ve liyakat esasına göre dağıtılmalıdır. Siyaset ve devlet yönetimi, müslümanların rızasına dayanmalı ve onların yararını (maslahat) gözetmelidir. Siyasî iktidar insana Allah’ın lütfettiği bir imkân olduğu kadar ona yüklediği bir emanettir. Siyaset, ahlakın ve hukukun alanı dışında veya ondan bağımsız değildir, araçların da amaçların da meşru olması zorunludur. Devlet, kendi başına hukuki bir otorite kaynağı olmayıp dinin hedeflerini gerçekleştirmeye hizmet eden bir vasıta durumundadır. İktidarın kimin tarafından ve nasıl bir siyasî yapı içinde kullanıldığından çok nasıl ve hangi amaçlarla kullanıldığı daha önemlidir. Bu yetki iyi kullanıldığında dünya ve âhiret mutluluğuna, kötü kullanıldığında ise azaba sebep olur. Kamu düzeni hem zulmün önlenmesi hem dinin temel amaçlarının yaşatılabilmesi için zorunludur. Yöneticilerin toplumda dinin temel amacı sayılan esasları korumak, adalet ve hakkaniyete aykırı her türlü dengesizliği, mağduriyet ve mahrumiyeti önlemek gibi görevleri, yönetilenlerin de haksızlıklar karşısında meşru zeminde muhalefet hakları vardır (ayrıca bk. DEVLET; SİYASET).
3. Ekonomi
İslam’da insan hayatının bütünlüğü, dolayısıyla hukukun ve siyasetin dinle bağının mahiyeti hakkında söylenenler iktisadi faaliyetler için de geçerlidir. Hayatın ve insan davranışlarının bir parçasını teşkil eden iktisadi faaliyetler, İslam toplumunda başlangıçtan itibaren özellikle fikih ilim dalı içinde, kısmen de kelamda ve diğer dallarda ele alınmıştır. Günümüzde ise bir İslam iktisadı bilim dalı kurulması yönünde çalışmalar yürütülmektedir.
İktisadi faaliyetlerin ve onu konu edinen iktisat ilminin merkezinde insan unsuru bulunduğu ve iktisadi vâkıa denetlenmesi güç ve birbirinden çok farklı şartların etkileşimi içinde ortaya çıktığı için, bu alanda mutlak kurallardan ve sebep-sonuç ilişkisinden söz etmek zordur. Toplumların inanç ve kültür yapılar, iktisadi faaliyeti yürütecek olan insanın maddi ihtiyaçları kadar manevi eğilim ve tercihi, dünya görüşü, sosyal şartlar ve hukuk gibi faktörler de burada devreye girmektedir. Böyle olduğu için Kur’an ve sünnette insan hayatı ve davranışları bir bütün olarak ele alınmış, insanın her yönüyle yetkin ve sorumluluk sahibi olması, bundan hareketle sağlıklı bir toplumun kurulması hedeflenmiştir. Üretim, tüketim, gelir dağılımı, emek sermaye ilişkisi, malî siyaset, kalkınma gibi iktisadın ana konularında nasların katı, ayrıntılı belirleyici düzenlemeler getirmeyip esasa ilişkin yönlendirmeler yapmakla yetinmesi ve insanların çokça hata ve zulme düştükleri alanlarda önleyici, genel istikameti belirleyici ilkeler koyması bundandır.
Kur’an ve sünnet, iktisadî ilişkiler dedahil insan davranışları için, getirdiği inanç sistemiyle uyumlu genel bir bilinç düzeyi oluşturmaya öncelik verir. Maddi ihtiyaçlar karşılanması gereken bir olgu olmakla birlikte insan salt ekonomik bir varlık (homo economicus) değildir; hayat dünya hayatından ibaret olmadığı gibi maddi doyum ve kalkınma da dünya hayatının aslî amacı olmamalıdır. İslam’da çalışıp helal kazanç elde etmek ve böylece kimseye yük olmamak, topluma yararlı bir insan olmak teşvik edilmiştir. Bunun yanı sıra diğer hususlarda olduğu gibi iktisadî faaliyetlerde de araç ve amaç meşruiyetinin ve kul haklarının gözetilmesi esastır. Mülkün gerçek sahibi ve vereni Allah’tır. Mal ve mülk edinme ve dünya nimetlerinden yararlanmanın önünde bir engel bulunmamakla birlikte aşırı mal hırsı, cimrilik ve kanaatsizlik yerilmiş, malın Allah tarafından verilen bir emanet olduğu, imtihan aracı olduğu, servet üzerinde başta fakirler ve ihtiyaç sahipleri olmak üzere başkalarının da haklarının bulunduğu bildirilmiştir. Öte yandan dünyadan el etek çekmek, başkalarına yük olmak, dilencilik ve miskinlik de kınanmıştır.
Ayet ve hadislerde amel-i sâlih (güzel ve faydalı davranışlar) ve sa’y (çalışma) kavramları geniş anlamıyla emeği de kapsar (el-Enbiyâ 21/94; en-Necm 53/39-40) ve emeğe dayalı kazançtan övgüyle söz edilir (Buhârî, “Zekât”, 50, “Büyû”, 15, “Nafakāt”, 1). İnsanların güç, kabiliyet ve zenginliklerindeki farklılaşma birçok hikmete dayalı olup üstünlük vesilesi kılınamaz; farklılıklar iş bölümünün ve iktisadi hareketliliğin temelidir (ez-Zuhruf 43/32). Mülkiyet hakkının korunması dinin beş temel amacından biri ve meşru müdafaa sebebi görülür (Buhârî, “Mezâlim”, 33; ayrıca bk. KAZANÇ; MÜLKİYET). Özel mülkiyetin ve teşebbüs hürriyetinin korunması kadar toplumda zenginliğin dengeli dağılımı da esastır. Zekât, vakıf, sadaka (çeşitli hizmetler için yapılan bağışlar) ve infak (hak sahiplerine harcama yapmanın yanı sıra geniş anlamıyla serveti piyasadan çekip saklamamak, ticaret ve yatırım olarak dolaşıma sokmak), İslam toplumunda sosyal adalet ve dayanışmanın tesisine hizmet eder. İnsanın zorunlu ve mutlaka karşılanması gerekli ihtiyaçları (havâic-i asliyye) zekât dağılımının ölçüsü, asgari geçim standardının ve dolayısıyla insanlık onurunun korunmasının aracı olduğu gibi, israf ve gösterişten kaçınma, kanaat ve cömertlik gibi hasletlerle birleşince bir dünya görüşünün ve yaşama biçiminin de başlangıcını oluşturur. Gayrimeşru kazançların ve borç ilişkilerinde faizin yasaklanması, tüketicilerin aldatılması veya sömürülmesine yol açacak, ticareti olumsuz yönde etkileyecek ihtikär (stokçuluk) gibi uygulamaların menedilmesi, fiyatlara narh uygulamaya ve kår haddini sınırlamaya sıcak bakılmaması, üretici-tüketici ilişkisine ve fiyatların serbest oluşumuna müdahale sayılacak davranışların menedilmesi, hata ve aldanma ihtimali olan akitlere getirilen kısıtlamalar, üretici ve tüketici hakları arasında denge kurulması, iktisadi faaliyetlerle ilgili alınan tedbirler arasındadır.
İslam’ın iktisadi hayata ve günümüz anlatımıyla serbest piyasa ekonomisine yaptığı en önemli yönlendirme, katkı ve sınırlama, faiz yasağıdır. Faiz, sermaye sahibinin bizzat hiçbir teşebbüste bulunmadan veya girişilen bir teşebbüsle ilgili hiçbir risk ve sorumluluk almaksızın paradan para kazanmasını sağlar. İslam ise faiz yasağıyla bütün riski başkalarına yükleyerek sıfır riskle paradan para kazanmanın önüne geçmiş; kârın ve zararın sermaye ve teşebbüs sahiplerince beraberce paylaşıldığı adil bir ekonomik işleyişe kişileri teşvik etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in, “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kılmıştır” hükmü (el-Bakara 2/275), açıkça kişileri teşebbüse ve üretime dayalı bir ekonomik anlayışa yöneltmektedir. Zekâtın uygulanış biçiminde de, yine kişileri istihdam sağlayan teşebbüslere yönelten bir nitelik söz konusudur. Faiz yasağı ile birlikte zekåt emrinin, başkasının sırtından kazanmayı ve başkasının durumunu umursamamayı engelleyen veçheleriyle, sosyal ve psikolojik açıdan önemli başkaca maslahat ve hikmetleri de mevcuttur.
Faiz, kumar, ihtikär gibi haksız kazanç yollarına engel koyarak kişileri helal kazanca yönlendiren İslam’ın iktisadi hayatla ilgili bir diğer temel hassasiyeti, kazançla birlikte harcamanın da helal sınırları içinde olmasıdır. Haram yollardan kazanç sağlamayı yasaklayan İslam, helal yollardan edinilen kazancın da helal çerçevede harcanmasını, israf ve taşkınlıktan kaçınılmasını emretmektedir. Harcamada helal sınırları gözetildiğinde, ekonomik açıdan darda kalanlara ve zorda olanlara infak imkânı genişleyecek; bu ise servetin belli ellerde toplanması dolayısıyla oluşacak her türlü gerilimi bertaraf edecektir.
İslam’ın ekonomik hayata yönelik bütün bu emir ve yasakları ile emeği ve üretimi teşvik etme, riski paylaşma, yardımlaşmayı teşvik, sermayenin tahakkümünü ve sınıf teşekkülünü önleme gibi pek çok amaç gözetilmiştir (ayrıca bk. EKONOMİ; FAİZ; FİNANS).
BENZER KONULAR: